Sosyolog Dergisi Bir DUSODER Yayınıdır

Kapatmak için ESC Tuşuna Basın

Aslı Özyazgan



Değişim denildiğinde aklınıza ne geliyor?

Belki sessizce başlayan bir kıpırtı… Yada içinizde, adını tam koyamadığınız, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fısıldayan bir his. Değişim, önce kalbinizde başlar; sonra düşüncelerinize, ilişkilerinize, en sonunda da dünyanıza yayılır.


 

Son yıllarda Sosyoloji, Psikoloji ve Kültürel Çalışmalar bize şunu gösteriyor: Bireyin içsel dönüşümü, toplumun da dönüşümünü sağlıyor. İçimizde doğan farkındalık, zamanla sosyal bağlara, kültürel normlara ve toplumsal değerlere yansımaktadır.Ancak belki de en önemli soru: Biz bu dönüşümü ne zaman hissediyoruz? Ve bu his, kolektif yaşamı nasıl etkiliyor?


 

Bu yazıda, görünmeyen ancak en derin katmanlara dokunan süreçlere; yani alışkanlıkların, kimliklerin ve duyguların toplumsal dönüşümdeki rolüne odaklanacağız.


 

Alışkanlıkların Sessiz Gücü


 


 

Günlerimiz çoğu zaman birbirine benzemekte: aynı saatlerde uyanır, benzer işlere koşar, tanıdık yüzlerle aynı sohbetleri yaparız. Bazen şikâyet ederiz ancak bildik olanın güvenli çemberinden çıkmak da sanılan kadar kolay değildir.


 

Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, alışkanlıklarımızın aslında bize ait olmadığını söylüyor. Onlar, toplumdan miras aldığımız görünmez kalıplardır. Biz seçim yaptığımızı düşünsek de, çoğu seçim aslında geçmişten taşınan bir alışkanlığın devamıdır.


Bunu farketmek dönüşümün başlangıcıdır. Çünkü gerçek değişim, alışkanlıkların bize nasıl hissettirdiğini fark ettiğimizde başlamaktadır. Rahatsız eden, sıkıştıran, nefes aldırmayan kalıpları gördüğümüzde…

Toplumlar da tıpkı bireyler gibi, alışkanlıkların duygusal izlerini taşır. Gelenekler, ritüeller, normlar…

 Hepsi aynı zamanda birer duygu taşıyıcısıdır. Bir toplum değişmek istediğinde, önce bu duygusal alışkanlıklarla yüzleşmek zorundadır.


 

Kimlik ve Toplumsal Direnç


 


 

Kimlik, sadece akılla kurduğumuz bir tanım değildir. O, kalbimizde taşıdığımız “ben kimim?” sorusuna verilen duygusal cevaptır. Değerlerimizden, inançlarımızdan, yaralarımızdan ve umutlarımızdan beslenir.


 

Ancak toplum bizden hep bir rol oynamamızı bekler: başarılı çalışan, fedakâr ebeveyn, ideal vatandaş… İçimizdeki gerçek kimlik ile dışarıya sunduğumuz rol çatıştığında, kalbimizde sessiz bir direnç doğar. Erving Goffman’ın dediği gibi, hayat bir sahnedir; ama sahnede oynadığımız rol ile içimizdeki ses birbirine uymadığında huzursuzluk başlar.


 

Bugün bu durum daha da belirgin. Sosyal medyada paylaştığımız “ideal benlik” ile gerçek duygularımız arasında çoğu zaman büyük bir boşluk var. Bu boşluk, içsel çatışmaların kaynağı oluyor.


 

Ancak kimlik ve rol düşman olmak zorunda değil. Eğer onları farkındalıkla ve duygularımızı bastırmadan yönetebilirsek, birbirini besleyen bir dengeye dönüşebilirler. Asıl özgürlük, işte bu dengede gizlidir: rollerin içinde kaybolmadan kendi sesini koruyabilmek.


 


 


 


 

Toplumsal Duyguların Akışı


 


 

Duygular olmadan hiçbir dönüşüm gerçek olmaz. Bir fikir bizi etkilemez; ancak kalbimize dokunduğunda hayatımızı değiştirebilir. İşte bu yüzden bir film, bir kitap ya da tek bir yaşantı; yıllarca öğrenemediğimiz bir farkındalığı bir anda yaşatabilir.


 

Toplumların da duygusal hafızası vardır. Geçmişte yaşanmış acılarla yüzleşmeden geleceği inşa etmek mümkün değildir. Bastırılmış duygular, bireyde olduğu gibi toplumda da yaralar açar.


 

Bugün modern dünya çok hızlı. O kadar hızlı ki, duygularımızı derinleştirmeye fırsat bulamadan sürekli yüzeyde kalıyoruz. İlişkiler kısa mesajlar gibi: hızlı, geçici, çoğu zaman yüzeysel. Eskiden bir dostluk, bir ömürlük güven anlamına gelirdi; şimdi çoğu ilişki, faydaya dayalı bir beklenti yönetimine dönüşüyor.


 

Bu durum ise bizlere Durkheim’ın “anomi” dediği boşluk hissini yaratıyor: ortak değerlerin çözülmesi, bağların zayıflaması… Yüzlerce arkadaşımız olabilir fakat derin bir dostluğumuz olmayabilir. Kalabalıkların ortasında bile yalnız hissetmemiz işte bu yüzden.


 

Oysa gerçek bağ, sabır ve empati ister. Birbirini gerçekten dinlemek, anlamaya niyet etmek… Ruhumuzun aradığı da budur: anlamlı bağlar.


 


 


 


 

Son Söz: Asıl Dönüşüm Nerede Başlar?


 


 

Modern çağ, bizi hızın içinde yutmaya çalışsa da; insanın ruhu hâlâ derinliği arıyor. Gerçek bağlar, sabırla, samimiyetle ve cesaretle kurulur. Ve ancak bu bağlar güçlü toplumların temelini oluşturur.


 

Asıl dönüşüm, kalbimizde başlar. Alışkanlıklarımızı sorguladığımızda, kimliğimizle yüzleştiğimizde, duygularımızı saklamadan ifade edebildiğimizde… Ve en çok da birbirimizi gerçekten dinlediğimizde.


 

Çünkü hatırlayalım:

Bir toplumun gücü, bireyleri arasındaki duygusal bağların gücüyle ölçülür.




 

Dergiler