Çocukluk, hepimizin derin bir iç çekiş ile hatırlayacağı çok özel bir dönemdir. O, yeni tomurcuklanmış eller daha kalem tutmayı öğrenmeden oyuncak tutmayı öğrenmişti. Erkek çocukları daha çok fiziksel üstünlüklerini ortaya koyacak oyunları tercih ederken; kızlar, dünya için gerekli düzen ve intizam ön görülerini ortaya koyacak oyunları tercih ederdi. Bu oyunlar, şu andaki olduğumuz kişi olmamızın mihenk taşlarıydı. Çocuktuk o zamanlar. Çocuğun mesleği “çocukluk”; görevi ise “oyundur” derler, hepimiz de oyuncuyduk. Sonra biz de büyüdük. Oyun oynadığımız o dar sokakların yerini arabalar işgal etti. Oyuncaklarımızın yerini, zamanı harcayabilmek için edindiğimiz alışkanlıklar aldı. Gezdik, tozduk, eğlendik… Ama şimdi; eskisinden de daha iyi oynamayı öğrendik. Gülermiş gibi yapmayı, bilirmiş gibi davranmayı, severmiş gibi görünmeyi öğrendik.
Gün geldi bütün ilişkilerde olduğu gibi, insan ilişkileri de zamana meydan okuyamadı. Arkadaşlık, ortaklık, dostluk; hatta ve hatta evlilik anlayışı bile değişime ayak uydurdu. Şimdi daha resmi yaşıyoruz her şeyi. Dışarıda biraz daha özgür; evde hapis hayatı… İnsanlar arasında, eşyaya duyulan özlem kadar bile bir özlem kalmadı. Ama sevgi sözcükleri halen diz boyu, halen riyakâr! Dışarıda ise, büyük adam olmanın getirdiği bir hava var. Ekonomik özgürlüğünü sağlamış insanların seremonik (törensel) yaşantısı sürüp gidiyor. Evler mi? Onlar, daha içler acısı! Geçmişten gelen bir evcilik oyunu oynanıyor. Bu oyun eskiden daha masum oynanıyordu. Mesela; evcilik oynarken insanlar hiç ağlamıyordu. Küsmek yoktu, herhangi bir sebepten evi terk etmek yoktu. Şimdi ise şiddetli bir geçimsizlik hali çökmüş çoğu yuvanın üstüne.
Günümüz insanının kalbinden önce gözleri konuşuyor. Gördüğü ile amel etmeyi, yargıda bulunmayı seviyor. Ciddiyetimizden ödün vermeden şüphe ederek, kalp kırarak, hesap sorarak geçiriyor hayatı. Büyüdük ya artık; büyük işler başarmalı, tabi ki büyük sözler konuşmalıyız. Evlenmeliyiz, yuva kurmalıyız. Başkasının hayatında da hüküm sürmeli bu büyük ve yegâne suretimiz. Kadın olmuş, erkek olmuş bu hiç fark etmiyor. İnsan bir şekilde, bu hayatta büyüdüğünün ispatını ortaya koymakla uğraşıyor. Yaşamak ve nefes almak ise işin sadece esprisi!
Çocukluk güzel şeydi. Masum yalanlar, gerçek kahramanlıklar vardı. Hayatın tozuna bulanmış günümüzün yaşantısına inat; sokağın tozu sadece elbiselerimize bulaşırdı. O da yıkayınca geçerdi. Üstümüze doğan güneş sadece bedenimizi ısıtmaz; ta yüreğimize işlerdi. Yaz-kış fark etmez; “ateş soluyarak” oyunlar oynardık. Yorulmak nedir, darılmak nedir bilmezdik. Her sabah, yeni bir umuda uyanır; her ilişkiye daha taze başlardık. Sevdiğimizi daha çok sever, sevmediklerimizi sevmeye çalışırdık. Yani eskiden, insanları daha fazla anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırdık o küçücük kafamızla. Şimdi hiçbir şey eskisi gibi değil..!
Geçmişte hayal ettiğimiz şeyleri elde etmek için, giriştiğimiz hayatın kulvarlarında; kişiliğimiz durmadan örselendi. Bildiğimiz oyunların sahiciliği belki de bize fazla geldi. Bundan da, en çok evlilikler etkilendi. Bireyler, sahip olduğu haklarını, çiftlerin sorumluluklarının izin verdiği ölçüde kullanabildiler. Bu da; evcilik oyununun öğrettiklerinden daha farklı bir durum ortaya çıkardı. Evcilik oyununda; kimin anne, kimin baba ve kimin çocuk olacağı dışında hiçbir şeyin tartışması olmazdı. Şimdi ise; zamanın evcilik oyunları, sadece evliliğe dönüşmekle kalmamış; birçok evlilik, günümüzün acımasız dünyasında, içinden çıkılmaz bir esarete ve yoksunluğa da dönüşmüş durumda. Belki de şu soruyu kendimize sorduğumuzda her şey çözüme kavuşacak; bizim ilişki olarak ortaya koyduğumuz şey acaba “evlilik mi, evcilik mi?