Hepimizin bildiği üzere; insan, dünyaya yalnız başına gelmiştir. Daha sonra ise; bir ailenin ve çevrenin ürünü olarak yaşamını sürdürmüştür. “Ürün” olarak dünyadaki yerini alan insan denilen bu canlı türü; topluma sağladığı katkı ve fayda sayesinde, dünyadaki bu yerini daha da sağlamlaştırmıştır. Toplum içinde uyumlu bir hayat sürmeyi amaç edinen bu canlı; “Başkası ne der?” anlayışını içine sindirmek için de, zaman içinde çok büyük uğraşlar vermek zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk, tek düze bir hayatı, sıradanlaşmayı da içine alan bir zorunluluk anlamına gelmektedir.
İnsan olmanın gerektirdiği tüm donanımlar, çevrenin uygun gördüğü kadarıyla var olabilmiştir. Bu nedenle, tek düze bir yaşamın içe sindirilebilmesi ve ön kabulü, önemli ve gereklidir. Bu sayede; aynı elbiseyi giymiş binlerce kişinin gösterdiği uyumluluğa benzer bir düzenli hale geçiş de sağlanmış olur(!) Bu durumun yıllarca hüküm sürdüğü bir hayat tarzını benimsemiş insan için artık “tek düze hayat” bir mutluluk sebebi olarak görülür. Daha sonrasında ise, hayatın akışında rastlantısal olarak karşılaştığı; kendisinden farklı olanları, kendisi gibi olmaya zorlama sorumluluğu vardır. Duygu ve düşüncelerini körleştirebilmiş bu tip insanlar için kendi kör karanlıklarına kader ortağı arama vakti böylece gelmiş olur. Çünkü yalnızlaşmışlardır. Çünkü iyi niyetlerini; “Elalem ne der, başkası ne der?” gibi hezeyanlar ile kaybederek; kendilerine mahkûm bir hayata sürgün edilmişlerdir.
Hayat, her zaman aynı ayarda akmıyor tabi ki! Kimi zaman durgun bir biçimde, ağır ağır akarken; kimi zaman da baş döndürücü bir değişimin girdabına alıveriyor insanı. İnsanın içinde; her yeni doğan günle birlikte, yeni heyecanlar filizleniveriyor. -Hayat belki de “hesap edemediklerimiz” sayesinde bu kadar güzeldir, kim bilir!- İşte insanın kendisi ile barışması ya da tanışması bu sayede gerçekleşebiliyor. Rüya ile gerçek; resmiyet ile samimiyet hiç olmayacak şekilde; uzunca bir zamandır belirsizlikte yol alan bir gemi mürettebatı gibi “kara göründü!” heyecanına benzer bir duygu oluşturuyor. Hayatı, kendini, âlemi fark ediyor. Kimisi bunlarla tanışmayı gençliğinde başarabiliyorken; kimisi de “başkası için yaşayan bir canlı” olarak toprağın altına gidene kadar yol almaya devam ediyor. Mesele, bu yolculuktan; en kısa zaman da uyanabilmekte…
İnsanı, kendini tanımaz bir hale getiren şey; aslında neydi? Biraz da bunu irdeleyelim. Ne onu, gözünü görmez; aklını düşünmez hale getirmişti? Bu soruya “toplum” diye cevap vermek işin en kolay ve en olağan kısmı. Böyle diyerek, tam olarak doğru bir tespit yapmış olur muyuz, bilmiyorum. “Başkası ne der” diyerek, kendimizde oluşturduğumuz bu esaret halini gerçekten; toplumu suçlayarak hafifletebilir miyiz?
Bir cemiyetin ya da uğraştığımız işle alakalı grubun içerisine girdiğimizde; kendimize karşı olan sorumluluğumuzu da ya unutur; ya da ikinci plana atarız. Hiç düşünmeden; şahsiyetimizi, içinde kaybolduğumuz çokluğun çıkmaz sokaklarına hapsederiz. Bu çokluğun (çevrenin) söz ve davranışlarına bile isteye kendi benliğimizi ve düşüncelerimizi kurban veriyoruz. İçimizde bir yerlerde belli belirsiz bir şekilde, sesini duyurmaya çalışan benliğimizin uyarılarla dolu masum çabasına kulağımızı kapatıyoruz. Masum ama beyhude bir çaba. Çünkü daha önceden bizim için belirlenen bir “formun” içinde; başkasının, bizim için uygun bulduğu bir yaşam cenderesinde, çırpınıp durmaktayız. Kendimizi unutacak kadar, o kadar meşgulüz ki!
İnsanın düşünen bir canlı olduğuna dair önemli sayıda yazı, doküman ve kaynağı hemen hemen birçoğumuzun okumuş olduğundan şüphem yok. Gerçi bu genel geçer bilgi bir yerlerde okunmuş olmasa da birçoğumuzun da malumudur. Peki, bu düşünüşten pay alamamış davranışlar sergilemesi, insanın hangi yönüne işaret eder? Önemli gibi gözükmese de; aslında, hayati bir sorudur bu.
Hayat, suda giden bir gemi gibi kimi zaman dalgalı ve hırçın; kimi zaman da hüzünlü bir durağanlıkta yol alıyor. Bu yolculukta çevrenin baskısı da giderek artıyor. Yağmur, sis, soğuk, rüzgâr gibi hepsi de, hem gemiye zarar verecek; hem de biz içindekilere! Sürükleniyoruz, katlanabildiğimiz kadar. Diğer yandan, belli kalıpların arkasına takılıp kalmış olmanın getirdiği; yitirilmiş zamanın, kaçırılmış fırsatların bizi daha hangi meçhullere sürükleyeceği de belirsizdir. Heba edilmiş onca zamanın; güvendiğimizi sandığımız çevrelerce, onlara tanıdığımız imkânlar dâhilinde yok olduğunu görmek ise, ayrı bir üzüntü kaynağı! Farkına vardıktan sonra ise; kendimize verdiğimiz zararın muhasebesini yaptıkça, bu üzüntü daha da katlanılmaz bir hal alıyor. Hayal kırıklıkları, pişmanlıklar, hezeyanlar…
“Gönül Göçü” kolay oluşmuyor yani! İçerisinde; terk edilmişlik, yabancılaşma ve bolca da hayal kırıklıkları barındırıyor. Bağlandığı bunca şeyin koskoca bir “hiç” olduğunu gördükten sonra; insan, her şeye olan inancını yitiriyor. Bundan sonra; dünya dışı bir varlık, hayat dışı bir unsur gibi hep bir yanı “gölgede” yaşamayı seçiyor. İnsanın gönlü göçtü mü bir kere; onu artık hiçbir anlam ve hiçbir kimse bir daha geri döndüremiyor.